TAKIP LOGO

Fotoğraf ve Sinema

FOTOĞRAF ve SİNEMA

Pek çok yerde videonun tanımı saniyede 24 (yeni teknoloji ile 25-30-60) fotoğrafın art arda gösterilmesi olarak yapılır.

Bu tanım teknik olarak doğruluk içerse de, içerik olarak büyük bir yanlıştır.

Üstelik bu tanım, sanatsal olarak konu sinema ve fotoğraf olunca yanlış olması bir yana, hem sinemaya hem fotoğrafa büyük haksızlık içerir. 

Sinema ya da tematik bir film yaparken her şeyden önce zaman doğrusal akmaz. Zaman çizelgesindeki sekanslar tek başlarına bir anlam içerirken esas anlam bütündedir. Görsellik tek iletişim aracı değildir. Ses ve eksik bırakılan parçalar hikâyenin bütününde başrolü görsellik ile birlikte paylaşırlar. İzleyicinin bilgi ve duygu düzeyi de filmin anlaşılabilir parçalarıdır ve bu düzeyler yöntemsel bir algoritma ile uyarılırlar. Bu sayede iki boyutun ötesine geçilir ve boyutlar arasında sağlam bir ilişki kurulur.

Anlatıcılar (senarist, yönetmen ve oyuncu) izleyicinin zihninde oluşturacakları illüzyon için farklı iletişim biçimlerini sekanslar haline getirirler. Yani 24 kare fotoğraf düşünüp onu akan görüntüye çevirmezler.

Fotoğrafta ise durum bütünü ile farklıdır. Fotoğraf her şeyden önce sadece çekildiği andır. Fotoğrafta fotoğrafçı tek başınadır. Model ya da hikaye ile bir kolektif oluşturmazlar. İzleyiciyi düşünüp eksik parça bırakmazlar. Buna itiraz eden fotoğrafçı dostlar olabilir ama benim bu konudaki görüşüm fotoğrafçı hikayenin parçası değildir, olamaz şeklindedir.

Fotoğrafçı kameranın arkasında sadece tanıktır ve tanık olmaya uygun gördüğü eşsiz bir anı dondurur.

Kurgusal fotoğrafta bile bu böyledir. Fotoğrafçının kadrajına aldığı hikayeyi kurgulaması onu taraf yapmaz, tanık konumundan çıkartmaz. Aksi örneklerdeki kareler benim anlayışıma göre zaten fotoğraf değildir, en fazla kurmaca görsellerdir.

Bir film temelinde John Berger’in tanımladığı görme biçimlerine sadık değildir. Oysa fotoğraf tıpkı resim gibi görme biçimleri esasında var olur.

Tanımlamadaki genel yanlışı düzelttikten sonra, sinema ile fotoğrafın ilişkisi nerede başlar nerede biter meselesine gelelim.

Sinemada bazı yönetmenler (sanat yönetmenleri ve görüntü yönetmenleri ile birlikte elbet), fotografik sekanslar yaratırlar. Yani filmi bir anında durdurduğunuzda sesten, duygudan, büyük hikayeden bağımsız fotoğraf kareleri vardır. O sekans aslında bir fotoğraf karesidir, öncesi ve sonrası ile ilişkilendirmeden de bir hikâye anlatır.

(Diyafram ve ışık bu konuda en teknik argümanlardır ama bu yazıda bu teknik ayrıntıya girmeyeceğim. Başka bir makalede bunu anlatabilirim)

Oluşturulan sekansta lekelerin (öznelerin) pozisyonu, ışığı, doğrultusu, geometrisi gibi fotoğrafın temel bileşenleri ön plana çıkar. Hedef izleyicinin kafasında akan bir görüntüden, boyutlar arası ilişkiden çok iki boyutlu ve kendi hikayesi olan bir görsel bırakmaktır.

Burada şöyle bir ayrım yapmak gereklidir. Fotografik sekanslar üreten her yönetmen bir fotoğraf yaratma çabasında değildir. Çoğu yönetmen sekansı oluştururken sadece estetik kaygı ve  akışı güçlendirmek için fotoğraf teknikleri ile kadraj yaparlar. Ancak konumuz olan fotografik sahneler yukarıda bahsettiğim gibi filmden adeta bağımsız görsellerdir.

1950’lerden sonra batı sinemasında karşımıza çıkmaya başlayan bu yaklaşım, Rus sinemasında çok daha öncelerden kullanılmıştır.


Rus sinemasında Sergey Eisenstein
’in 1925 yılında yaptığı Potemkin Zırhlısı fotografik karelerin çok güçlü olduğu belki de ilk filmken, Andrey Tarkovski filmleri ellilerin sonundan itibaren müthiş örneklerdir.

Son dönemde ise Return, Loveless ve  Leviathan filmleri ile Andrey Zvyagintsev biz fotoğrafçılara büyük bir fotografik şölen sunmuştur.

Avrupa sineması ve Hollywood filmlerinde zaman zaman bu tekniğe rastlasak ta 2000’li yıllara kadar daha çok sadece poster sahnelerde karşımıza çıkar ve filmin bütünü için konuşmak zordur (Ben Hur, Great Gatsby, Rocky, Forrest Gump, Er Ryan’ı Kurtarmak gibi).

Pek tabiki benim görmediğim filmlerde de örnekler bulunabilir.

Ancak tezimi şöyle bir referans ile güçlendirebilirim.

Master Class eğitimine katıldığım Martin Scorsese’ye 1993 yılında yaptığı Masumiyet Yaşı (Age of Innocence) filmi ile ilgili böyle bir soru yönelttiğimde o filmin her sekansı bir fotoğraf ve bu benim için farklı bir bakış açısıydı, batı sineması iki binlerden sonra böyle işler yapmaya başladı demişti. 

2002 yapımı Julie Taymor’un yönettiği "Frida" ve  Damien Chazelle imzalı 1996 yapımı "La La Land" filmi Hollywood’un bence fotografik olarak en zengin  filmleridir.

Ayrıca detaylı incelenmesi gereken uzak doğu sinemasında da farklı tekniklerin yer aldığı, fotografisi yüksek filmler var elbet. Zhang Yimou'nun filmi "Hero" ilk aklıma gelen olarak söyleyebilirim.

Türk sinemasına gelince karşımıza çıkan durum epey ilginç ve zengin.

1982 yapımı Sinan Çetin imzalı "Çiçek Abbas" filmi içinden belki elli kare fotoğraf gibi fotoğraf çıkarabileceğiniz muhteşem bir yapıttır.

Üstelik seçilen fotoğraf karelerinin bir kısmı dönemin fotoğrafçılık anlayışının bile epey önünde gider.

Bu konuda kendine has tekniği ile Nuri Bilge Ceylan dünya sinemasında özel bir yere sahiptir. N.B Ceylan, "Uzak" ve "Bir Zamanlar Anadolu’da" filmlerinde adeta onlarca fotoğraf çekmiş ve bu fotoğrafları çeşitli sekanslarda akıtarak film haline getirmiştir.

"Kış Uykusu" ve "Ahlat Ağacı" filmlerinde bu tekniği çok daha az kullanan Ceylan’ın yeni filmini bu açıdan da çok merak ettiğimi söyleyebilirim.

Yakın dönemde Yılmaz Erdoğan filmlerinde de örnekler oldukça fazladır. "Vizontele" ve "Ekşi Elmalar" sayısız fotoğraf karesi içermektedir.

Yine aynı dönemde Cem Yılmaz’ın "Yahşi Batı" filmi de örnekler arasında yerini alır.

Hasan Söylemez’in çektiği "Tenere" belgeseli de dünya çapında fotografik görsellerden oluşmaktadır.

Belgesel demişken fotografik yapısı çok güçlü olan Oscar ödüllü "Free Solo" yu da anmadan geçmemek gerekir ki zaten yönetmeni aslında bir fotoğrafçı olan Jimmy Chin’dir.

Uzun süredir yazmayı planladığım bu yazıyı yazmama sebep olan film ile bitirelim.

Hakan Algül’ün yönettiği Bursa Bülbülü filmi.

Filmin görüntü yönetmenliği (Gökhan Atılmış) başarısı bir yana benim gördüğüm kadarı ile Çiçek Abbas’tan bu yana Türk sinemasında fotografik zenginliği en fazla olan eser.

Retro sahnelerin bütünüyle harika tasarlandığı Bursa Bülbülü’nü ve tabiki yukarıda bahsettiğim harika filmleri defalarca durdurup çekilen fotoğrafları izlemenizi öneririm. 

  

e-Posta

Fotoğraf ve Temaşa

FOTOĞRAF VE TEMAŞA

Fotoğraf sanat mıdır? Sorusu ile söyleşilerde, zirvelerde, safarilerde muhatap olan bilgeler sınıfındakilerin önemli bir kısmının “Sanat nedir?” sorusuna bile kurama ya da sanat tarihine dayalı bir cevabı olmadığını gözlemliyorum.

Elbette hepsinin bir cevabı bir görüşü var ama kuramsal veya tarihsel bilgi olmadan verilecek ve “bence” ile başlayan cevapların bir tek anlamı vardır, o da bu soruya cevap verecek kadar yetkin olmadıklarıdır.

Bu yazıda fotoğraf sanat mıdır? Değil midir? Sorusunun cevabından bahsetmeyeceğim.

Fotoğraf ve temaşa konunusunun işleyiş yöntemimi anlatmak için böyle daha genel bir örnekle girdim.

Keza bu yazıyı okuyanların büyük çoğunluğunun “bence” ile başlayan ama bilgiden yoksun yorumları olacak -ki aslında yine o ahkam sahiplerinin çoğu okumayacak-.

İlk sözüm o ahkam sahiplerine, yani eline makine almış fotoğrafın büyüsü ile heyecanlanmış kalabalıkların “usta” diye gördükleri bir takım temaşa ehillerine..

Sokrates; “Yeryüzünde en bilge kişinin ben olduğumu söylüyorlar, oysa ben biliyorum ki ben değilim, olamam” dedikten sonra bunu ispat için insanlar arasında en bilgeyi bulmak üzere sorgulamalara başlar ve özetle sonuç şudur;

Ben bilgeyim diyenlerin hepsi uzmanı olduğunu iddia ettiği (politika, şairlik, marangozluk gibi) alanlarda kendi bilgilerini üstün görmekte  ve aslında yeterince bilmemektedirler.

Ama kötü olan bu değildir kötü olan bu kişilerin yeterince bilmediklerini bilmemeleridir. 

Aralarından bazıları zeka göstererek sahte tevazu ile bilginin sonsuzluğuna inanıyormuş gibi görünse de güç ve menfaat önlerinde durduğunda böyle davranmamaktadırlar

Amma felsefe yaptın diyenler yazının bundan sonrasını okumasalar da olur.

Çünkü konumuz tam olarak burada başlıyor “felsefe yapmak” ta…

Günlük kullanımda belki bağlamından en kopuk kullandığımız deyimlerden biridir “felsefe yapmak” genelde bilmiş ve boş konuşanlar için söylenir. Oysa “felsefe yapmak” tam tersi sorgulamak, bilginin derinlerine inmektir ve öngörüden, dogmatiklikten çok bilgiyi kutsal kabul etmektir .

Bir kimse, bir konuya dair felsefe yapabilecek kuramsal bilgiye sahip değilse yukarıda bahsettiğim “bence”li tanımlara başvurur ve o işin temaşa yani şenlik tarafı ile daha fazla ilgilidir.

İşte bu noktada fotoğraf belki de günümüzün en müsait en verimli alanıdır. 

İster üç kişi ister üç yüz kişi bir araya gelerek içinde fotoğraf olan şenlikli faaliyetlerde bulunabilirler.

İster maratonda yarışırlar, ister safariye çıkarlar, isterlerse de fotoğraf meydan okumalarına katılırlar (photo challenge).

Sadece fotoğrafta değil sanatla ilişkili her alanda bu tarz etkinliklerin yapılması güzeldir, geliştiricidir, eğlencelidir.

Peki bu tarz şenlikli işlerin fotoğraf dünyasında, fotoğraf sanatında yeri ne kadar olmalı?

İşte uzunca işin kuramsal ve felsefi boyutu bir tarafa, “bence” diye cevaplanabilecek bir soru.

Öyle ise cavbın bencesine şöyle bir örnekle başlayayım;

Bu yazıyı yazdığım sıralarda kuryelik yapan bir gencin paketi teslim ettiği yerdeki piyanonun başına geçip bir resital vermesi üzerinden yaratılan drama herkesin gündeminde.

Bu videonun viral bir proje olduğunu düşünmem bir yana tamamen gerçek bile olsa bir kuryenin piyano çalmasına şaşırmak, bu şaşırmışlıktan dram çıkarmak ve bu gencin elinden tutun kampanyası düzenlemek ancak bizim gibi gelişmemiş, sanatın ne olduğunu bilmeyen toplumlara has bir yaklaşım.

Çünkü dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde yoldan çevireceğiniz on sıradan çalışanın (kurye, garson, inşaat işçisi) en az ikisi, üçü zaten bir enstrüman çalar ya da farklı bir sanat alanında bir takım hünerler gösterebilir. Kimse onları işaret edip bu çocukların elinden tutun diye feryat etmez.

Bu örnekte olduğu gibi yeterince gelişmemiş toplumlarda toplumsal reaksiyonlar da yukarıda bahsettiğim kendini bilge sanan ya da bilge olarak satan bilmezlerinki gibi tek yönlü, yüksek volümlü neşe veya dram içerecektir.

Günümüzde düzenlenen şenlikli fotoğraf organizasyonlarına yüklenen anlam tam da böyledir.

E canım ne olacak en azından bir araya geliniyor, üretiliyor, eğleniliyor diyebilirsiniz. Buna elbet hakkınız vardır ve dahi haklılık payınız da vardır.

Ama o kurye arkadaşımızdan tesadüfen keşfedilip bizimde bir Mozart’ımız olabilir zannetmek ne kadar büyük safdillik hatta ahmaklık ise, içinde şenlik bulunan fotoğraf organizasyonlarının fotoğrafa, fotoğrafçıya katkı sağladığını düşünmek o kadar büyük ahmaklıktır.

Yine felsefe yapalım, eğer sonunda zarar yoksa ahmaklıkta güzeldir diyebilirsiniz. Hatta dediğiniz gibi olmaz kuş taşa çarpar ve bir gün bir fotoğraf etkinliği sayesinde bir Salgado’muz olur da diyebilirsiniz.

Evet bence bu da doğrudur ki ben pek çok konuda ahmaklık etmeyi severim mesela! Yani beni yarın yine ahmakça bir fotoğraf organizasyonunda eğlenirken görebilirsiniz.

İşte esas tehlike ve fotoğrafın temaşa ile lişkisindeki çarpıklık tamda bu noktada başlar. 

Eğlencenin dozu kaçar, bilgisi olmadan fikri olan tehlikeli cahiller ön sıralara geçer, tutkumuz olan fotoğrafçılık siyasilere garnitür edilir, yıllarca savunulmuş ilkeler üç kuruşa yerle bir olur, bırakın makaleyi bir paragraf düşüncesini doğru ifade edemeyenler googledan kopyala yapıştır aforizmalar ile slogan atıp karşı tarafın hiç girmediği savaşı kazandık zannederler ve taraftar toplarlar…

Bu fikirlerime katılıp katılmamakta özgürsünüz elbet. Ama sabırla buraya kadar okuduysanız, bana katılsanız da katılmasanız da şu küçük oyunu oynayın.

İlk katıldığınız fotoğraf şenliğinde, fotoğrafta hoca bildiğiniz üç beş kişiye iki soru sorun;

Birincisi; Sanat nedir? 

Ya da fotoğraf sanat mıdır?

Göreceksiniz ki “Sanat önce bir fail gerektirir” ya da “Sanat şekillerin imgelere dönüştüğü ve içinde mutlak bir eksiltme olması gereken bir kavramdır” gibi kavramsal tezi olan cümlelerden birisi ile başlamak yerine “BENCE” diye başlayacaklardır.

İkinci soruyu kendinizden başlayıp sanat ile ilgili atıp tutan herkese sorun!

Güzel sanatlarda sinemaya 7. sanat denmeye başlandı. Peki önceki altı sanat hangileridir?

Yine ne yazık ki alacağınız cevapların yüzde doksan dokuzunda “Tiyatro” altı sanat arasında sayılacaktır!

Yoksa siz de mi Tiyatro dediniz! 

O zaman ahmaklık yapmaktan keyif almaya devam edin ya da araştırın ve öğrenin o zaman, çünkü siz altı temel sanatın isimlerini bile bilmiyorsunuz.

Bilmediğiniz için sizi asla küçümsemiyorum ama bunu bile bilmeyenlerin ahmakça içi boş eğlencelerini sanat zannetmeniz, arkasında gitmeniz, onlara hoca demeniz, onların kestiği ahkamı dinlemeniz kendinize edebileceğiniz en büyük kötülüklerden birisidir.

   

e-Posta

Kaplanın Sırtında

KAPLANIN SIRTINDA

Sıkı bir Livaneli okuyucusu olmamdan mütevellit son kitabı Kaplanın Sırtında’yı çıkar çıkmaz bir solukta okudum.

Kitap üzerine yapılan eleştirileri ve övgüleri görmeyi bekleyip bu yazıyı kaleme aldım ama itiraf edeyim kitap biter bitmez ne düşünüyorsam harfiyen aynısını yazacağım. Çünkü ne eleştiriler ne de övgüler fikrimi etkilemedi.

Gelelim kitaba; Abdülhamit gibi marjinal bir karakterin radikal savunucu ve aynı radikallikte düşmanları olması gerçeğini neredeyse hiç dikkate almadan yazılmış olması büyük cesaret örneği.  Nitekim genel yorumlar da bu yönde.

Ancak cesaretten daha öte bir durum var ki ben hem çok mutlu etti hem de çok heyecanlandırdı.

Gelişmiş medeniyetlerin hepsinde yazılı olmayan en önemli zümrelerdendir “Aidiyeti Olan Adiller”. Bu tanımlama bana ait ve aslında bir nebze gereksiz ama ülkemizdeki entelektüel anlayıştaki bozukluktan sebep anlaşılır olmak için yapmak zorunda kaldım. Oysa bahsettiğim medeniyet çizgisinde “Adil” olmak zaten olağan bir genel geçer.

Açalım;

Livaneli siyasi görüşü itibari ile bir zümre tarafından kendilerine ait tanımlanan bir karakter. Bu soruyu kendisine sorma şansım olsa tahminim o ki vereceği cevap “Hayır benim çizgileri olan bir dünya görüşüm var ama bir zümreye ait değilim” diyecektir diye düşünüyorum hatta neredeyse eminim.

Biz yorumumuza genel geçer toplum algısı ile devam edelim. O algıya göre Zülfü Livaneli Atatürkçü, Laik ve Cumhuriyetçi yani onun için ezber olan Abdülhamit kızıl sultan retoriği.

Peki kitapta bu retoriğe rastlıyor muyuz? Hayır!

Yukarıda bahsettim cesur bir yaklaşım var ortada ama sadece cesur demek pop-alaturka kalır. Cesaretle yazılmış satırlarda zorlama olmayan, içselleştirilmiş bir adalet var.

Livaneli sanki Abdülhamit’e sultanım diyecek kadar yakınlaşırken öte taraftan elinde bir iddianame ile açıkça sorgulamış. Cevapları ise yargılamadan aktarmış bize. Üstelik kitabın ikincil hikayesinde aynı teraziyi genç ittihat terakkici subayların da önüne koymuş.

Ben bu yaklaşımın sadece Türk edebiyatına değil Türk siyasetine de yeni bir bakış açısı sunduğu kanaatindeyim.

Bir noktayı da içimde kalmasın diye söyleyeyim ben olsaydım kitabın kapağına birden fazla Abdülhamit tasviri ve bir de papağan koyardım.

e-Posta

  • 1
  • 2